GABRIEL AND THE MOUNTAIN/GABRIEL VE DAĞ (29. AUFF)
(İçerik hakkında keyif kaçırıcı bilgiler içeriyor.)
Konusu: Gabriel Buchmann, prestijli bir Amerikan Üniversitesine girmeden önceki bir yılını dünyayı dolaşarak geçirmeye karar verir. Hayalleriyle dolu olan sırt çantası ile yolda geçirdiği on ayın sonunda, Afrika kıtasını keşfetmek için tam bir kararlılıkla Kenya’ya gelir. Son durağı Malawi’deki Mulanje Dağı’nın zirvesine ulaşana kadar da durmaz.
"Sanırım öldük ve bize söylemeyi unuttular. Araftayız."
"Olabildiğince ölü."
Gabriel Buchmann..
Gittiği her yerde görünen ve görünmeyen izler bırakan adam. İnatçı ama bu inatçılığı karşısındaki insana bir şeyleri kabul ettirme amacı yerine sadece kendinden eminlik taşıyan bir davranış biçimi. Kendinden emin olmanın güzel örneklerinden biri Gabriel Buchmann.. Bu öyle güzel bir eminlik ki ne karşısındaki insanları yoruyor ne de kendisini. Sadece "ben kendimi tanıyorum bana izin ver" diyen bir eminlik..
Aşkının, sevgisinin, şefkatinin hakkını veren, kim olduğunu ne istediğini bilen, gittiği o yerlerin her birinde değdiği insanlarda güzel esintiler bırakmış o adam.. Gittiği yerlerde turist muamelesi görmeyi istemeyecek kadar oraları benimseyen buna yeltenmeye çalışan tüm yerlilere karşı da kendisini ortaya koyan canım Gabriel. Doğayı insanlarla bütünleştiren, iki kavramı da birbiri ile çok güzel harmanlamış bu insanın hikayesini Fellippe Barbosa Gabriel ve dağ isimli filminde ele almış. Filmin biyografik bir özellik taşıması insanı hikayeye daha sağlam bağlıyor. Gabriel'in rolü João Pedro Zappa'nın üzerine o kadar güzel oturmuş ki.. Caroline Abras (Gabriel'in sevgilisi Cristina) ile birlikte her yakınlaşma, her bakışma film boyunca yüzümde bir hayranlık uyandırdı. Özlem duygusu bir dokunuşla böylesine naif böylesine özel bir şekilde gözler önüne serilir mi sorusuna evet cevabını verdiren iki güzel insan..
Festivalin birinci gününde seçtiğim bu film aklıma " into the wild" ve "wild" filmlerini aklıma getirdi. Duygu olarakta yakın buldum. Fakat Gabriel'in insanlarla daha fazla iç içe olma, Afrika'ya yoksulluk üzerine bir araştırma yapmaya gitmesi yani kişisel bir yolculuktan öte topluma yonelik amaçlarının olması gibi nedenlerden ötürü diğer filmlerden ayrılıyor. Galiba beni etkileyen kısmı onun bu iç içeliğe verdiği önem. İnsan, boşlukları doldurma, eksik parçaları birleştirme yani esasen bir şeylere hep bir anlam bulma isteği içerisinde. Çoğu zaman farkında olmasakta altta hep bir anlamlandırma isteği sanki yaradılışımızda var. Gabriel varoluşunu, doğa ve kendi türü olan insanlarla anlamlandırmayı seçmiş biri. İnto the wild filminde fark ettiğim ortak bir gözlem var: doğa ile iç içe olan insanlarda dinleme yetiside beslenip gelişiyor. Tıpkı bir kütüphaneye girerken sessiz konuşmaya başlamamız gibi doğa ile karşı karşıya gelince otomatikmen huşu içinde bir sessizleşme yoluna giriyoruz. Filmde aklımda kalan bir kaç sahne var:
Gabriel'in yerlilerden birinin evinde kaldığı zaman elini yaralaması sonucu karşısındaki insan ona: "Diğer eline ne oldu peki?"diyor. Gabriel ona şu cevabı veriyor: "Aslında kimse bilmiyor. Böyle doğmadım. " cevabı ne de güzel anlatıyor yaşanmışlıkların yarattığı, o çocukluğumuzun derinlerine gömülü olan yaralarımızı..
Veda ederken yanı başında olduğun o yuvarlak kocaman kaya bana tanrılar tarafından cezalandırılan Sisifos'u boşuna hatırlatmadı.. Düşünbil dergisindeki "yaşamayı seçmenin absürt cesareti: Sisifos'u mutlu olarak tasarlamak gerekir" yazısında ele alındığı gibi "tepelere doğru tek başına didinmek bile bir insanın yüreğini doldurmaya yeter. Sisifos'u mutlu olarak tasarlamak gerek."
Gabriel gözlerini gülümseyerek ve içinde olduğu duruma inanamayarak ama yetinerek kapatıyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder